27 Aralık 2009 Pazar

Berkun Oya Röportaj

Çarpılmak var, çarpılmamak var! 'Biraz sevdim'i anlamıyorum


ICE yani İstanbul Contemporary Ect. dergisi için yaptığım Berkun Oya röportajı.
Ve röportajdan sonra çektiğim fotoğraf.

MÜJDE YAZICI


İstanbul Bienali'ni gezdin mi?
Antrepo'yu gezdim sadece.

Nasıl buldun?
Tarif edebileceğim gibi bir şey değil ama zayıftı bence.

Ne açıdan?
Çarpılmakla çarpılmamak arasında bir şey. Daha arada bir şey var mı bilmiyorum. Zaten sanatta arada bir şey yok gibi geliyor. Ya da olmasa daha iyi gibi geliyor. Biraz sevdim diye bir şey yok. "Biraz sevdim"i anlamıyorum. Çarpılmak var, çarpılmamak var. Çarpmak var, çarpamamak var.

Seni kim çarpar?
Belki tiyatroyla ilgili aklıma bir fikir düştüğünde, yeni bir oyunla boğuştuğumda Brecht'ten daha çok Frank Gehry çarpabilir mesela. Ya da kapıcı Hilmi. (Uzun uzun düşünüyor)

Bu sorudan nefret ediyorum ben de aslında.
Di mi? Bir sürü isim var tabii sayacak. Bir şey söylemek gerekirse mesela Michael Haneke'nin yeni filmini çok merak ediyorum. Etkilemesi anlamında değil ama. Etkilendim ve oturdum masanın başına gibi değil. Seyirci olarak merak ediyorum. Bana 'hop' dedirtmesi önemli. Kafamda bir 'hop' sesi var. Kafamdaki bu 'hop' sesi aslında yönetiyor kurduğum iletişimi. Sadece bir sanatçının işiyle ya da bir şarkıyla ilgili olmasına gerek yok aslında. Aşk da kadınlarla kurulan ilişkide de 'hop' demek lazım. Çünkü 'hop' demek lazım. Kafamda 'hop' dediysem tamamdır. Çünkü sonra 'hoppa' oluyor. Hoppa oldu mu eyvah. Hop iyi gidiyor hop hop hop diye.

Hop iyidir diyebiliriz o zaman.
Hop dediğin bir şeyin hop olarak kalması çok iyi. Hoppa dersen bir bozulmaya başladı gibi oluyor. Hoppala dersen o -la ekiyle iyice her şey değişiyor.

İstanbul Bienali'nin bu yılki başlığı "Üç kuruşluk Opera"nın ikinci perdesinin kapanış parçası.
Bizim konservatuvar oynumuz "Üç Kuruşluk Opera". "Üç Kuruşluk Opera" aslında tiyatroya başlangıcımız.

"İnsan Ne ile Yaşar?"dan yola çıkılmış olmasına ne diyorsun?
Bence saptırmalarla dolu, tuhaf. Brechtin "İnsan ne ile Yaşar"ı ile yola çıkılmış gibi olması tuhaf. Ben biraz 'hop'suz buldum bu çıkışı. Çok halli. Halli şeyler işime gitmiyor.

Halli?
Halli yani. "İnsan Ne ile Yaşar"? Bir şey. Her şeyler, bir şey. 'Bir şey' olan şeyleri sevmiyorum.

Bienal izleyicisinin seçkin olmasının altı fazla çiziliyor. Bu seçkin sanat kavramı mı sana bir şeyli geliyor?
Seçkin kitabevleri var bir de. Seçkin olmayan kitap evi hangisi oluyor acaba? Sahaflar mı? Bienaldeyse genel olarak hallenmeler tatsız.

Brecht ile ilgili hallenmeler mi?
Evet. Brecht, aynı oyunda yeni bir şey bulmak gerek der. "Yeni bir şey bulmak gerek, iş gerçekten güç" der. Yani Bienal'in problemi bu. Kendi oyunuyla kendi oyununu kullanan Bienale cevap veriyor Brecht.

Peki sen bütün 'manyaklık'lara yazarak mı başladın?
Yazarak başladım. Kompozisyonlardan geliyor aslında temel. Her şeyin başı lise kompozisyonları benim için.

'Yangın Duası', 'Bayrak', 'Adamlar' bunların hepsi, kurguyu alt üst eden, ezberi bozan oyunlar. Yazdığın her işte bunlar var aslında. Ben 'Yangın Duası'nı üç kez izlemiştim.
Hadi ya umarım benden izlememişsindir.

Hayır Ahmet Uğurlu vardı.
Ahmet ayrılınca yerine birini bulamadık. Ben oynadım.


'Yangın Duası', Devlet Tiyatroları'nda sergilendi. Devlet Tiyatorsu peki bir kaç yapım dışında modern tiyatroya neden hep uzak kaldı?
Bu sadece tiyatro ile ilgili değil bence. Bu görece meselesi. Böyle olmadığı gibi bakmak da mümkün. Türk kahvesi Ermeni mi, Yunan mı? Vallahi bizim, söz bizim, bizim demeyene bin tekme gibi olduğumuz için. tutunduğumuz şeye tutunma şeklimiz bile çocukça. Bu çocuksuluk çok kötü anlama da gelmiyor. Sadece tiyatroda değil, genel olarak bir kültürel devrimi yakalayamamak. Hep tek atım kurşunlar. Ben tiyatronun sorunlarını tartışırken kendimi Woody Allen filminde gibi hissediyorum. Çağdaş sanat Türkiye'de nedeye gidiyor falan. Temel problem yapmak ya da yapmamak. Daha çok yapmak lazım. Bence tartışacak kadar şey yapmadık. 26 Aralık 2009 itibariyle bu konular hakkında konuşulması yasaktır diye bir karar çıkmayacağı için yine konuşulacak, yine bana da soracaklar. Ve vıjjjjjjjjjjjj diye geçecek bu.


Devlet Tiyatrosu'nda izlediğim en iyi oyunlardan biri 'Yangın Duası. Oldukça farklıydı diğer izlediğim oyunlardan.
Devlet Tiyatrosu yapısı içinde insanlar olmadığımız için orada mutlaka bir farklılık doğdu. Devlet Tiyatrosu'nun o zamanki yönetimin bu oyunu seçmiş olması, bu oyunun arkasında durması, hastane ya da devlet dairesi bakış açısı biraz önyargılı olabilir. Devlet tiyatrosu bakıldığında soğuk bir kurum gibi geliyor. Hatta biz şakasını yapardık Devlet Tiyatrosu'nda oynarmışız falan diye. Taklidini yapardık oradaki insanların. Yönetimlerle ilişkili tabii her şey. İki sene sonra her şey değişir hamasetin Allah'ı gelebilir. Politik tutumlar çok etkiliyor. Benim için gerçekten neresi olduğu önemli değil. Devlet tiyatrosu ya da nerede yapılırsa yapılsın ışık yandığında seyirci sahneye bakıyor. "Şu anda Devlet Tiyatrosu'nda olduğumuzu hiç unutmamalıyız" gibi bir durum yok.


'Yangın Duası' öyle bir çizgideydi ki biz kahkahalarla gülerken bize şaşkınca somurtanlar, salondan çıkanlar oluyordu.
Bu genelde oyunlarımızda oluyor. Sen söyleyince şimdi tekrar evet dedim. Seyirciler kendi aralarında bölünüyorlar. Gülenler, gülmeyenler, sevenler, sevmeyenler. Bu oluyor hep seyircide.

Günümüzde insanların büyük kısmı yaşadıkları dönemin sanatını anlayamazken bu kadar 'karmaşık' işler yapıyorsun. "İnsanların bir kısmı beni anlayacak"tan mı, yoksa "yarısı da gülmeyecek"ten mi besleniyorsun? Eminim sana gıcık olanların olduğunu da biliyorsundur.
Sokakta kızına tecavüz etmişim gibi bağıran çağıran da oluyor.

Hoşuna gidiyor mu itiraf etmek gerekirse?
Eskiden böyle bir havalı gibi geliyordu bana. Sanki sükse var gibi geliyordu. O mesafe, o soğukluk, insanların o algısının karşısında durmak falan. Ama bunların hepsi oyun. Oyun olduğu için de adam tanımaz etmez beni neden sevsin? Ya da neden sevmesin. Çok ciddiye almamak gerekiyor aslında.

Sen ciddiye almaz mısın mesela olayları?
Almamaya gayret ediyorum.Kulağını kapatmak zorunda insan. İnsan etkilenmeye çok müsait bir varlık çünkü. Şimdi sen burada bana üç tane laf etsen, ben önemsemiyormuş gibi davransam belki taksiye bindiğimde tırnaklarımı yemeye başlayabilirim. Ya da tam tersi. O yüzden yarım duymak gerekiyor.

Yarım duymak?
Bir terziye gittin. Pantolonunu verdin. Bana bunu dik yırtıldı dedin. Terzi de dikip verdi. Sonra sen dükkandan çıkar çıkmaz terzi peşinden yürümeye başladı. Sen nereye gidiyorsun, girdiğin yerlerde pantolonundan bahsediyor musun? Terzi iyi mi diyorsun, mahvetti pantolonu mu diyorsun? Çocukları pantolonunu çekiştirip yırtıyor mu acaba? diye düşünürsen o zaman dükkan boş kalır. Bunu ben diktim ne olacak diye adamla birlikte ömür boyu gidersin. Adam pantolonu giyip dükkandan çıktıktan sonra adamı falan unutmak gerekiyor. Adam bir ay sonra gömlek için geldiğinde hatırlamamakta fayda var. Ama o adamla tesadüfen karşılaşırsın seni görünce der ki "Pantolonu dikememişsin bana başka yerde öyle dediler" o zaman bu bir tesadüftür. Etkilenebilirsin mesela o an. Ama herife pantolonu giydirip manyaklar gibi peşinde yürümeye, fotoğraf çekmeye başlarsan, yatak odasına kadar girip karısına benden, pantolondan bahsetti mi diye düşünmek; nereye astı, düğmesi koptu mu? diye düşünmek hastalık. O zaman dükkan boş kalır. Dükkandan çıkmamak lazım yani. Çünkü zaten dükkanda da yeterince eğlence var.

Senaryo yazma tekniğinde, bir takım oyunlar yaratırken söylemek istediğinden uzaklaşıyormuşsun gibi geliyor mu bazen? Ezber bozarken zorlanıyor musun diye de sorulabilir.
İnsanların ezber bozmak diye tarif ettikleri şey senin ezberinse problem yok. Sen onu ezber bozmak için, sabaha kadar bulmak için uğraşmıyorsan; onun devamlılığı ile ilgili değil onun çeşitliliği ile ilgili sıkılabilirsin. Bir şey anlatmıyorsa o zaman ezber bozmuyordur zaten. Onun kendisidir ezberi bozan.

Televizyonda yaptığın işlere bakınca aslında Okan Bayülgen'in olmak istediği adammışsın gibi geliyor bazen. Özellikle 'Defakto'daki tavrın. Tiyatro yapan bir insan için televizyonda çalışmak nasıldı?
Televizyonla ilgili şunu söylemek çok isabetli olmaz. Para için yaptım, lanet olsun, iş yaptığım herkes aynı okyanusta batsın. Böyle bir durum yok. Çok sıkıcı bir laf gibi duyulacak ama insan ne yapıyorsa en iyisini yapmak zorundadır. En iyi olan da kendi bildiğin gibi yapmaktır. Ben televizyonda da olsa başka yerde de olsa kafamın bastığı gibi yapmaya gayret ediyorum. Televizyon işi ertesi gün unutulması gereken bir şey bence. Unutulmuyorsa bir tuhaflık vardır. Televizyonu küçümsemek, yaptığım diğer işleri kafamda büyütmek gibi değil ama tiyatro yaparken daha çok zevk alıyorum. Yoksa sanat, televizyon, popüler kültür yüksek sanat ayrımı yok kafamda. Aldığım zevk anlamında söylüyorum. Ona bakarsan yemek yaparken hepsinden daha fazla zevk alıyorum.

Öyle mi peki, yemek yapmak daha mı zevkli cidden yoksa örnek olsun diye mi söyledin?
Yoo yoo gerçekten yemek yapmayı severim. Yazmak tabii benim için en başta.

Tiyotronun yanı sıra sinema da yapıyorsun. "İyi Seneler Londra"nın devam mı ne zaman çekeceksin?
Çekeceğim de şu anda bir sürü şeyi bir arada yaptığım için sanırım önümüzdeki seneye kalacak.

Tiyatro, sinema, oyunculuk. Asıl işin ne sence?
Asıl işim yazmak.

Peki hangi alanda kendini daha iyi anlattın yazarak? Sinema, tiyatro?
İşlerin içinde o kadar kendi kendime boğuluyorum ki. Ben zaten daha hemen şeyle başlıyorum. Kendimi anlatmaya niye çalışıyorum ki? Şimdi ne oldu kendini anlattın? Az mı anlattın? Çok mu anlattın? Anlattın da iyi mi oldu? Bak anlattın ne oldu? gibi. O yüzden o kadar kendimi anlattım, altına da imzamı atarım gibi bir duygum yok. Ben zaten her iş bittiğinde "Eyvah ne yaptım?" diyen bir adamım. Yaptığım her işe süt taşmış gibi davranıyorum. Öyle yapmamak gerekiyor belki ama.

Günümüzde senin takip ettiğin önemli oyun yazarları kimler var?
Yazarlar anlamında İngiltere daha zengin. Martin Crimp'ler, Raven Hill'ler hep İngiliz. DOT'un oynadığı oyunların yazarları. Yazarlar anlımanda İngilizlerin gelenekleri daha sağlam. Eskilerin yenileri de iyi. Royal Court'daki yeni oyunlarda da yeni ilgiliz oyun yazarlarına bakıldığında da çok taş gibi, kaya gibi insanlar var. Tuhaf şekilde onların en iyi prodüksiyonları Berlin'de. Sanki öyle gizli bir anlaşma var gibi. En iyi oyunları İngilizler yazıyor ve en iyi Almanlar sahneliyor gibi. Ya da bana öyle geliyor.


Portecho'nun 'Studio Plastico' videosunu çektin. Yarı beline kadar çarşaflı, altı minik etekli bir kadın kullanılmış videoda. En sevmediğim işin. Arkada da yetmezmiş gibi Türk bayrağını da görüyoruz ara ara. Neden yaptın ki öyle bir şey? Bu metaforları göze sokmanın bir anlamı var mıydı diye düşündüm hep izlerken? Video görüntü kalitesi açısından çok iyi ama hakını vermek gerek. O kadar klişe simgeler kullanılmasaymış çok çok daha iyi olacakmış.
Senin dediğin duygu var ya, hani diyorsun ya "Neden yaptın?" diye. Sen onu Portecho klibiyle ilgili yaşamışsın. Ben bunu her işimde yaşıyorum. Neden yapmışım diye. Senle bu klipte bir araya gelmişiz demek ki.

Diğer işlerinden farklı olarak ama orada siyasi bir içerik var. Seni anladığım kadarıyla sen de o klibi eleştirenler tarafında durabilecek birisin.
Ben klip çeken biri değilim zaten. Benim arkadaşlarım oldukları için çektim. Bana sorarsan ben yaptığım her şeyle ilgili aynı şeyi düşünüyorum. Yaptığım her şeyle ilgili ben bunu neden yaptım demem yapmaya devam etmeme engel değil. Biraz şizofrenik duyuluyor olabilir. Ama pişmanlık değil. Soru sormaya devam ediyorum demek istiyorum. Yeni sorular, yeni cevapları doğuruyor. İçinden yeni şeyler yaparak çıkıyorum. Böyle bir yol bu. Zaman zaman da birileri klibi oyununu sevmediklerini söylediklerinde anlıyorum. Orada da bir çeşitlilik var. Şarkının sözlerini dinle. O klip şarkının sözlerini dinleyince geldi aklıma. Bana bunu çağrıştırdı. Benim için daha karışık değildi. Sonuçlarına katlanmaksa bedeli. Kimse şarkının sözlerini dinlemedi. Çağrışımı yaptığı an kolaylıkla başka bir şeyi de çağrıştırabilirdi. Manifesto örgüt propogandası falan yok zaten orada. Bu iş tam bak ne? Seninle bu tartışmayı sürdürmem; pantolonun peşinden Balat'a gitmem demek olur.

Klip çeker misin başka ilerde?
Teklif gelirse değerlendirim. Tan ve Deniz benim çok yakın arkadaşlarım olduğu için çektim zaten.

Yakındaki ilk oyun ne zaman?
7 Aralık'ta Garajistanbul'da 'Bomba' diye bir oyunum var. Kısa oyun.

Kısa oyun diye bir şey var mı?
Gelince görürsün. Geç kalmayın 15 dakikada bitiyor oyun.

Çok teşekkürler röportaj için.
Hop!

20 Ekim 2009 Salı

29 Haziran 2009 Pazartesi

uzunca bir aradan sonra

Uzun süredir blog'a çıkmıyordum.
Çok yakında döneceğim moonwalk yaparak.

20 Nisan 2009 Pazartesi

16 Şubat 2009 Pazartesi

FUAT 3 Mart Salı Babylon sahnesinde!


Türkçe Rap'in en önemli isimlerinden Fuat'tan yeni albüm!
Albüm lansman konseri 3 Mart Salı günü Babylon'da!
FUAT - KALBÜM (On Air Müzik)

Berlin'de başlayan rap kariyerine 2005 yılından bu yana Türkiye'de devam eden Fuat'ın 'Kalbüm' ismini taşıyan albümü Şubat aynın son haftasında On Air müzik etiketiyle yayımlanıyor. Şu sıralar Star'da yayınlanan 'Rapstar' yarışmasında jüri koltuğunda oturan Fuat'ın 'Kalbüm' albümünde 14 parça yer alıyor.
Sert, çarpıcı, zaman zaman espritüel ve muhalif şarkı sözleriyle tanınan Fuat, yeni albümünde popüler kültüre, sosyal sorunlara ve Ortadoğu'daki savaşlara değiniyor.
'Kalbüm'de ayrıca anonim türkü 'Aman Bre Deryaları'n da Fuat'ın kaleminden yeni rap versiyonu yer alıyor.
'Kalbüm' albümü Türkiye'de yayımladığı ikinci albümü. Fuat'ın Almanya'da yayımlanmış dört solo albümü yer alıyor. Efsanevi Amerikalı hip hop grubu Wu Tang Clan'dan RZA'nın prodüktörlüğünü yaptığı ve tüm dünyada piyasaya sürülen albümde bir parçasıyla yer alan Fuat, ilk şarkısını 1996 yılında Berlin'de kaydetti. Türkçe rap'in en köklü isimlerinden biri olan Fuat yeni albümüyle ilgili olarak, "Bu albüm düşüncelerimin yansımasının en gerçek hali. Biraz saldırgan olma sebebiyse Dünya üzerinde doğru gitmeyen bir çok olaya şahit olmamızdandır. Çiçekten böcekten bahsedecek bir kişi de değilim zaten" diyor.
Kalbüm'deki altyapıların bir kısmı ve tüm scratch'ler Alman DJ Boba Fettt'e, Ozbi, DJ Sivo ve Oğuzhan Hazar Artış'a ait. 'Mengenem' ile 'Aç Atlası' parçalarının altyapılarıysa Fuat imzası taşıyor.
Anadolu'daki aşık ozanların atışmasının modern hali olarak yorumlanıyor rap müzik; rapçilere de 'çağdaş ozan' deniyor. Fuat, yeni albümüyle bu atışmaların modern bir örneğine imza atıyor.


Albüm art direction: Oktar Akın
Fotoğraflar: Dinçer Dinç
Menajerlik & İletişim: 0531 657 09 03
info@fuatergin.biz
www.myspace.com/fuatergin
www.fuatergin.biz

4 Şubat 2009 Çarşamba

Nil Karaibrahimgil Milliyet Sanat Şubat sayısı röportajı...


Bu sefer tamamen maksat deney olsun!

Nil Karaibrahimgil yeni albümü 'Nil Kıyısında' ile kendi kıyılarına inmiş. Daha önce sözlerinde ironi vardı, dalgaya almak vardı ama şimdi söylemek istediklerini direkt söylemiş. Nil, 30 yaşın verdiği değişimden de bahsediyor. Kendi değişmişken prodüktörünü de değiştirip ortaya farklı bir şey çıkartmak istemiş. Alper Erinç'in prodüktörlüğünü yaptığı albümün dillere takılacağı şimdiden belli fakat sözler biraz daha olgun ve biraz daha derinden. Röportaj yaptığımızda çıkış parçası belliydi, video'nun fikri belli ama henüz çekilmemişti. Albüm kapağıysa hazırlanıyordu. Peki Nil nasıldı? Heyecanlı ve yine kendinden emin.
'Nil Kıyısında' albümündeki sözler ve müzikler yine sana ait değil mi?
Evet sözleri ve müzikleri ben yazdım.
Prodüktörlüğünü kim yaptı?
Bu sefer farklı bir prodüktörle çalıştım; Alper Erinç'le.
Daha önce birlikte çalışmış mıydınız?
İki şarkı yapmıştık daha önce. Biri ben yola ilk çıktığımda 'Ben Hazırım' diye bir şarkı yapmıştık, diğeri Komser Şekspir filminin içindeki 'Masal' diye bir şarkı var, onu Alper'le yapmıştık. Bu iki şarkı dışında çalışmamıştık ama ben Alper'i hep beğeniyordum. Bu albümde bir değişiklik olsun istedim.
Ozan Çolakoğlu ile çalışıyordun daha önce.
Bu sefer tamamen maksat deney olsun. Ve bir de değişik bir şey yapmak istedim. Çok fazla kendimi tekrar ettiğimi düşündüm. Acaba ne yapabilirim değişik derken, değişik bir insanla çalışayım istedim.
Değişik oldu mu peki?
Evet değişik oldu. Tabii sadece Alper'den dolayı değil. Ben de büyümüşüm. Başka türlü bir yere gitmişim. Hayata bakışım değişmiş. Bütün bunlar söz ve müziğe yansıdı. Bunları farklı birisi işleyince tamamen benim istediğim şey oldu ve ortaya apayrı bir mahsül çıktı. Çocuk yapmak gibi başka bir babadan. Daha değişik bir yeryüzü ama yine benim.
Albüm için yazmaya başladığında temel olarak sende neler değiştiğini gördün?
Bu albümde ben kendime de şaşırıyorum. Mesela 'Çok Canım Acıyor' diye bir şarkım var. Daha önce hiç böyle bir şey söylememiştim, hiç bu kadar açık konuşmamıştım. Hep bir ironi vardı. Hep benim onu kapatmak istediğim bir yön vardı. Dalgaya almak vardı. Fakat bu albümdeki çoğu şarkıda o yok. Yine şöyle bir şarkı var: "Ben ya direkt sana, ya kabristana, ya Hindistan'a" diye. Yine esprili sözler var ama çoğunluğu çok net, sade, duygulu. Belki ben de senin gibiyim. Kendimi dinleyip karar veriyorum. Ben de anlamaya çalışıyorum. Nereye gitmişim acaba diye. Nerdeyim? Nasıl bir platoya varmışım? 30 yaşla da ilgili. Kadınlar 30 yaşından sonra değişiyorlar biraz. Onun da getirdiği bir şey var tabii.
Bir röportajında 'Kek' parçasını yazmazdım demişsin. Bu da yine değişimle ilgili değil mi?
Kendileri karşılaştırmışlardır. Ben yazmazdım diye bir şey söylemem. Ama tabii şu anda eskiden yazdığım şarkıları yazmam. Ama o şarkıları çok seviyorum. 'Kek' bence çok güzel bir parça. Kek tarifi veriyor. Dünyanın hiç bir yerinde böyle bir şarkı görmedim. Benim kıymet verdiğim bir şarkı 'Kek'. Ama bugün Kek gibi bir şarkı yazmak aklıma gelmez. Gitarı elime aldığımda o dönem onu hissetmişim. Şimdi bambaşka şeyler hissediyorum. 'İlla Sen' , 'Ne Garip Adam' diye şarkılar var bu albümde; çok farklı.
'Nil Kıyısında' isminde bir ironi var mı?
Hem ben kendi kıyılarıma inmişim gibi hissediyorum; biraz daha duygusal. İnsanları da oraya çağırıyorum. Daha romantik geliyor bana. Paul Coelho'un öyle bir romanı var ya, 'Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım' . Diğerleriyle karşılaştırmak da doğru değil bence. Sen kendine baktığında yaptığın röportajlar, yazdığın yazılar, konuşmaların aynı mı? Değil. Şarkı yaparken de öyle işte. Değişiyor.
Düet var mı?
Mazhar Alanson var sadece. 'İlla' diye bir şarkı söyledik birlikte. Şarkıyı yazdığımda çok yakışacağını düşündüm. Çok büyük gurur verirdi, gelip benle şarkyı söylemesi. Benim için büyük bir onur albümde kendimle birlikte Mazhar abinin sesini duymak. Sesine de yansıyan çok büyük bir olgunluk var Mazhar abinin. 'İlla' kelimesini de çok yakıştırdım ona.
Nil hep şarkılarında hep kızların yanındadır, erkeklere rest çeker, tek başına yeter. Bu albümde böyle bir duruş var mı yine?
Erkekler rahat etsinler, öyle bir şarkı yok. Ben artık onu tekrar etmekten sıkıldım. Ve artık öyle de hissetmiyorum. Şu anda bir kadın olarak bir gövde gösterisi yapmak istemiyorum. Artık bir erkeğin karşısında değil de yanında duruyorum. Söylenecek sözleri söyledim zaten. Çocuk, kariyer yapın dedim, toplanın dedim, pırlantamı aldım dedim. Daha ne diyeyim. Elimden geleni ardıma koymadım. Gereği yoktu artık öyle konuşmanın, içimden gelmedi zaten.
Kızlarla süper arkadaşlıklar kuran biri gibi de değilsin.
Aynen öyle bir insan değilim. Erkekleri kadınları bir çok açıdan daha net buluyorum. Kadınları çok karmaşık ve inceleyici buluyorum. Kafaları çok karmaşık, ben dahil. Bu yüzden erkeklerin yanında daha rahat edilebilinir o anlamda. Erkekler söylemek istediklerini direkt söylüyorlar.
Sorulduğunda söylediğin bir şey var. Ben çok büyük bir acı yaşamadım diyorsun. Her zaman değil ama genelde sanatçıların acılardan, hayatın karanlık noktalarından beslendiği söylenir. Seni üretmeye iten şeyler nedir?
Beni sürekli mutlu zannediyorlar. Gülerek mi çıktım, nerede yanlış yaptım? Yok öyle bir şey. Normalde genele göre heyecanlı bir tip olabilirim ama bu demek değil ki sabahları kahkahalar içinde kalkıyorum, akşam da hahaha diye geçiyor. Tabii ki başımıa bir sürü şey geliyor, acı çekiyorum, aşk yaşıyorum. Acıların kadını Bergen olmak gerekmiyor. Benle iyi şeyleri birleştiriyor olabilirler. Bu neden mutsuz olsun diyorlar galiba. Ama her zaman üretmek için acı gerekmiyor söylediğin gibi. Bak mesela. Son iki sene Amy Winehouse dinledim. Biraz araştırdığım zaman, gördüm ki bu kadın bu şarkıları sevgilisinden ayrıldığı altı ay içinde yazmış. Sevgilisinin başka bir kadına gittiği dönem. Sonra evleniyorlar. O kadar belli ki. O albümün gerçekliği, o acıların çekilmiş olmasından kaynaklanıyor. Burada da oturduğun yerden aşk şarkısı yazabilirsin. Ama hiç bir şey onun kadar canı acıtmaz. Olabilir belki, yapanlar vardır. Üretme zamanları ya aşağıya vurduğunuzda, ya da yukarı çıktığınızda oluyor. Björk'ün 'Violently Happy' şarkısı nasıldır mesela? O yüzden değmek lazım ya aşağıya ya da yukarıya.
Bir çok reklam için jingle yapıyorsun. Bu konuda da fazla eleştirildiğin söylenebilir.
İnan benzerler var ama çoğu ben değilim. Yapan arkadaşlara yapmayın diyorum, ben zannediyorlar ve ben değilim. Ben bu kadar reklam kuşağında yer almak istemiyorum. Benim sesime benzer sesler var. Benim şarkı yazma tekniğime benzer şeyler var. Onlar da beni rahatsız ediyor. Başka şeyler yapsınlar çünkü ben onu yapıyorum zaten. Müşteri de biz Nil'in yaptığı gibi bir şey istiyoruz diyorlar, bunu biliyorum. Taklit en büyük iltifattır tabii iyi tarafından bakarsak. Artık web siteme yazacağım yaptığım reklam jingle'larını.
Reklam jingle'ları seni müzikal olarak geliştiriyor mu sence?
Jingle yapmayı çok seviyorum. Çünkü beni şarkı yapmakla ilgili canlı tutan bir şey. Belki hiç üretim yapmadığımız iki sene geçti. Haftada bir iki jingle yazdığımda bu beni müzikle ilgili düşünmeye itiyor. Kafam açılıyor. Hem de ğleniyorum çok. Ye ye ye ketçap ye diye bir parçayı albüme koymam mesela, utanırım ama bu tarafımı da reklamlarla deşarj ediyorum. Moby bütün albümünü reklamlara verdi mesela. Pink de verdi. David Bowie'nin şarkısı var, Sting in var reklam şarkıları. Para kazanmanın günah olduğunu düşünen insanlar var ülkemizde. Bunlar başırılı insanları da sevmez.
Sinemaya gelirsek, A.R.O.G. nasıl bir deneyimdi senin için?
A.R.O.G'u kabul etme sebebim Cem'i çok seviyor ve beğeniyor olmam. Bana film teklifi geliyor mesela bana diyorlar ki bir barmensin ve uyuşturucu bağımlısısın.Nasıl yani? Ben oyuncu değilim ki. Böyle bir şeye vaktim yok ayrıca. Müziği çok seviyorum. Oyunculuk da zevkli bir şeydir ama kliplerimde oynacak kadar var bende. Şu şekilde avantajlıydı A.R.O.G., Mimi karakteri bana benziyordu. Setteki herkes arkadaşımdı. Benim için çok riskli olmayan, bir misafir sanatçı gibi içinde olabileceğim ve filmi de batırmayacağımı da hissettiğim bir şey olduğu için kabul ettim. Anı olsun diye yaptım daha çok.
A.R.O.G.'un herkes tarafından eleştirme dürtüsü yaratmasına ne diyorsun?
O kadar duygusal bir halk ki. Tarkan'a da, Cem Yılmaz'a da aynısını yapıyorlar. A.R.O.G. bence gayet komik. Ama insanlar onları bir yere koyuyor ki. Cem bu ülke için çok büyük bir değer. Tarihe geçti bence. Daha komik birisi bence yok. Ama küstürüyorlar böyle yaparak. Eminim Cem yaralandı, üzüldü. Çünkü yaptığı şey şuydu, herkesin güleceği çok güzel bir film yapmaya çalıştı. Aylarını verdi. Kötü köşe yazıları yazıldı. Girip de on dakikasında çıktığım Türk filmleri var, neden kötü bir şey söyleyeyim ki. İyi bir şeyi söyle, kötü bir şey olunca sus. Bu kadar saldırmanın gereği yok. İlk kez bir Türk sinemasında dinazor var. Aaa biz bu dinazoru biliyoruz diyorlar. Gülmediyse gülmedi gülmeyen de. Ben Stiller mı, Jim Carrey filmi mi komik diye bir şey görmedim ben. Burada bir karşılaştırma, bir rekabet. Recep İvedik diyorlar ama o çıkınca da onu yerin dibine sokuyorlar.
Dizi teklifi geldi mi hiç peki?
Bnce zor bu iş. Olay tamamen beklemek. Robert de Niro demiş ki bana bu kadar para veriyolar çünkü beni bekletiyorlar. 16 saat oturuyorsun makyaj masasında. Ortaya iyi bir şey çıkıyor mu? Çıkıyor. Bana bekler misin diye sorarsan, beklemem. Müzik yapmam gerek çünkü.
Konser verdiğin en acayip yer neresi?
Kadın hapishanesi. Oradan bir talep olduğunu duydum. Tabii ki giderim dedim. Gitaristimle birlikte iki gitarla onların tiyatromsu bir mekanında şarkılar söyledik. Çok duyguluydu.
Albüm kapaklarına, konser afişlerine çok önem verdiğini anlatmıştın. Bu albümün kapağı nasıl olacak?
Nasıl olacağı şimdi tam belli değil. Ama çok uğraşıyoruz kapakla. Son bir kaç aydır perişan olduk. Klibi Umur Turagay çekecek. 'Seviyorum Sevmiyorum' şarkının adı. Bizi çok uğraştıracak ama değecek. Müzik piyasası kötüye gidiyor ya, ben de kendimi finanse edip gerçekten büyük bir titizlik ve sorumlulukla yaklaşmak istiyorum her şeye. Sahneyi de adam etmek istiyorum. Görsel olarak müzik kadar ilginç şeyler yapmak istiyorum sahne için. Artık seyircinin bunu beklediğini de biliyorum. Herkes artık her şeyi görüyor ya onlar da senden o kalitede şeyler istiyorlar.
İlhan Erşahin'le çalışmaların oldu. Devam ediyor musunuz birlikte çalışmaya?
Ben ilhanla çalışmayı çok seviyorum. Normalde yapmadığım ama İlhan'la çıkan şarkılar oluyor bende. Bir önceki yaz dünyada festival gezdik. Beni büyüttü. Müzikle ilgili algımı açtı. Çok hoşuma gidiyor bu. İlhan yeniden bir albüm yapıyor. Onda da bir şarkı söyleyeceğim. Birlikte yazıyoruz ama bakalım ne çıkacak ortaya.




17 Ocak 2009 Cumartesi

Rapstar yarışması başlıyor!

Türkiye 'Rapstar'ını arıyor. 23 Ocak'tan itibaren Star ekranlarında Rapstar yarışması yayınlanacak. Yarışmanın jürisinde Fuat, Ceza, Funky C ve Sibel Tüzün yer alıyor. Sibel Tüzün ne alaka diye düşünenlere yanıt: O da kendi penceresinden bakacak yarışmaya. Rap'le alakası olmaması önemli bir etken. Ee tabii raple alakası olmayan başka birisi de olabilirdi ama sonuçta bu üçlü dışında kim gelse durum aynı olacaktı. Rap camiasına hayırlı uğurlu olsun. Popstar yarışmaları gibi seviyesiz olmayacağını herkes izleyip görecek. Ne demiş rapüstad, "Terket pop'u, hip hop'u farket!"

9 Ocak 2009 Cuma

Lil Wayne'den rock albümü...

Kanadalı rapçi Lil Wayne, bir rock albümü hazırlıyormuş. Ne zaman biter, ne zaman dinleriz pek bilgimiz yok şu anda... Ortaya nasıl bir rock albümü çıkacak meraktayız tabii.