27 Aralık 2009 Pazar

Berkun Oya Röportaj

Çarpılmak var, çarpılmamak var! 'Biraz sevdim'i anlamıyorum


ICE yani İstanbul Contemporary Ect. dergisi için yaptığım Berkun Oya röportajı.
Ve röportajdan sonra çektiğim fotoğraf.

MÜJDE YAZICI


İstanbul Bienali'ni gezdin mi?
Antrepo'yu gezdim sadece.

Nasıl buldun?
Tarif edebileceğim gibi bir şey değil ama zayıftı bence.

Ne açıdan?
Çarpılmakla çarpılmamak arasında bir şey. Daha arada bir şey var mı bilmiyorum. Zaten sanatta arada bir şey yok gibi geliyor. Ya da olmasa daha iyi gibi geliyor. Biraz sevdim diye bir şey yok. "Biraz sevdim"i anlamıyorum. Çarpılmak var, çarpılmamak var. Çarpmak var, çarpamamak var.

Seni kim çarpar?
Belki tiyatroyla ilgili aklıma bir fikir düştüğünde, yeni bir oyunla boğuştuğumda Brecht'ten daha çok Frank Gehry çarpabilir mesela. Ya da kapıcı Hilmi. (Uzun uzun düşünüyor)

Bu sorudan nefret ediyorum ben de aslında.
Di mi? Bir sürü isim var tabii sayacak. Bir şey söylemek gerekirse mesela Michael Haneke'nin yeni filmini çok merak ediyorum. Etkilemesi anlamında değil ama. Etkilendim ve oturdum masanın başına gibi değil. Seyirci olarak merak ediyorum. Bana 'hop' dedirtmesi önemli. Kafamda bir 'hop' sesi var. Kafamdaki bu 'hop' sesi aslında yönetiyor kurduğum iletişimi. Sadece bir sanatçının işiyle ya da bir şarkıyla ilgili olmasına gerek yok aslında. Aşk da kadınlarla kurulan ilişkide de 'hop' demek lazım. Çünkü 'hop' demek lazım. Kafamda 'hop' dediysem tamamdır. Çünkü sonra 'hoppa' oluyor. Hoppa oldu mu eyvah. Hop iyi gidiyor hop hop hop diye.

Hop iyidir diyebiliriz o zaman.
Hop dediğin bir şeyin hop olarak kalması çok iyi. Hoppa dersen bir bozulmaya başladı gibi oluyor. Hoppala dersen o -la ekiyle iyice her şey değişiyor.

İstanbul Bienali'nin bu yılki başlığı "Üç kuruşluk Opera"nın ikinci perdesinin kapanış parçası.
Bizim konservatuvar oynumuz "Üç Kuruşluk Opera". "Üç Kuruşluk Opera" aslında tiyatroya başlangıcımız.

"İnsan Ne ile Yaşar?"dan yola çıkılmış olmasına ne diyorsun?
Bence saptırmalarla dolu, tuhaf. Brechtin "İnsan ne ile Yaşar"ı ile yola çıkılmış gibi olması tuhaf. Ben biraz 'hop'suz buldum bu çıkışı. Çok halli. Halli şeyler işime gitmiyor.

Halli?
Halli yani. "İnsan Ne ile Yaşar"? Bir şey. Her şeyler, bir şey. 'Bir şey' olan şeyleri sevmiyorum.

Bienal izleyicisinin seçkin olmasının altı fazla çiziliyor. Bu seçkin sanat kavramı mı sana bir şeyli geliyor?
Seçkin kitabevleri var bir de. Seçkin olmayan kitap evi hangisi oluyor acaba? Sahaflar mı? Bienaldeyse genel olarak hallenmeler tatsız.

Brecht ile ilgili hallenmeler mi?
Evet. Brecht, aynı oyunda yeni bir şey bulmak gerek der. "Yeni bir şey bulmak gerek, iş gerçekten güç" der. Yani Bienal'in problemi bu. Kendi oyunuyla kendi oyununu kullanan Bienale cevap veriyor Brecht.

Peki sen bütün 'manyaklık'lara yazarak mı başladın?
Yazarak başladım. Kompozisyonlardan geliyor aslında temel. Her şeyin başı lise kompozisyonları benim için.

'Yangın Duası', 'Bayrak', 'Adamlar' bunların hepsi, kurguyu alt üst eden, ezberi bozan oyunlar. Yazdığın her işte bunlar var aslında. Ben 'Yangın Duası'nı üç kez izlemiştim.
Hadi ya umarım benden izlememişsindir.

Hayır Ahmet Uğurlu vardı.
Ahmet ayrılınca yerine birini bulamadık. Ben oynadım.


'Yangın Duası', Devlet Tiyatroları'nda sergilendi. Devlet Tiyatorsu peki bir kaç yapım dışında modern tiyatroya neden hep uzak kaldı?
Bu sadece tiyatro ile ilgili değil bence. Bu görece meselesi. Böyle olmadığı gibi bakmak da mümkün. Türk kahvesi Ermeni mi, Yunan mı? Vallahi bizim, söz bizim, bizim demeyene bin tekme gibi olduğumuz için. tutunduğumuz şeye tutunma şeklimiz bile çocukça. Bu çocuksuluk çok kötü anlama da gelmiyor. Sadece tiyatroda değil, genel olarak bir kültürel devrimi yakalayamamak. Hep tek atım kurşunlar. Ben tiyatronun sorunlarını tartışırken kendimi Woody Allen filminde gibi hissediyorum. Çağdaş sanat Türkiye'de nedeye gidiyor falan. Temel problem yapmak ya da yapmamak. Daha çok yapmak lazım. Bence tartışacak kadar şey yapmadık. 26 Aralık 2009 itibariyle bu konular hakkında konuşulması yasaktır diye bir karar çıkmayacağı için yine konuşulacak, yine bana da soracaklar. Ve vıjjjjjjjjjjjj diye geçecek bu.


Devlet Tiyatrosu'nda izlediğim en iyi oyunlardan biri 'Yangın Duası. Oldukça farklıydı diğer izlediğim oyunlardan.
Devlet Tiyatrosu yapısı içinde insanlar olmadığımız için orada mutlaka bir farklılık doğdu. Devlet Tiyatrosu'nun o zamanki yönetimin bu oyunu seçmiş olması, bu oyunun arkasında durması, hastane ya da devlet dairesi bakış açısı biraz önyargılı olabilir. Devlet tiyatrosu bakıldığında soğuk bir kurum gibi geliyor. Hatta biz şakasını yapardık Devlet Tiyatrosu'nda oynarmışız falan diye. Taklidini yapardık oradaki insanların. Yönetimlerle ilişkili tabii her şey. İki sene sonra her şey değişir hamasetin Allah'ı gelebilir. Politik tutumlar çok etkiliyor. Benim için gerçekten neresi olduğu önemli değil. Devlet tiyatrosu ya da nerede yapılırsa yapılsın ışık yandığında seyirci sahneye bakıyor. "Şu anda Devlet Tiyatrosu'nda olduğumuzu hiç unutmamalıyız" gibi bir durum yok.


'Yangın Duası' öyle bir çizgideydi ki biz kahkahalarla gülerken bize şaşkınca somurtanlar, salondan çıkanlar oluyordu.
Bu genelde oyunlarımızda oluyor. Sen söyleyince şimdi tekrar evet dedim. Seyirciler kendi aralarında bölünüyorlar. Gülenler, gülmeyenler, sevenler, sevmeyenler. Bu oluyor hep seyircide.

Günümüzde insanların büyük kısmı yaşadıkları dönemin sanatını anlayamazken bu kadar 'karmaşık' işler yapıyorsun. "İnsanların bir kısmı beni anlayacak"tan mı, yoksa "yarısı da gülmeyecek"ten mi besleniyorsun? Eminim sana gıcık olanların olduğunu da biliyorsundur.
Sokakta kızına tecavüz etmişim gibi bağıran çağıran da oluyor.

Hoşuna gidiyor mu itiraf etmek gerekirse?
Eskiden böyle bir havalı gibi geliyordu bana. Sanki sükse var gibi geliyordu. O mesafe, o soğukluk, insanların o algısının karşısında durmak falan. Ama bunların hepsi oyun. Oyun olduğu için de adam tanımaz etmez beni neden sevsin? Ya da neden sevmesin. Çok ciddiye almamak gerekiyor aslında.

Sen ciddiye almaz mısın mesela olayları?
Almamaya gayret ediyorum.Kulağını kapatmak zorunda insan. İnsan etkilenmeye çok müsait bir varlık çünkü. Şimdi sen burada bana üç tane laf etsen, ben önemsemiyormuş gibi davransam belki taksiye bindiğimde tırnaklarımı yemeye başlayabilirim. Ya da tam tersi. O yüzden yarım duymak gerekiyor.

Yarım duymak?
Bir terziye gittin. Pantolonunu verdin. Bana bunu dik yırtıldı dedin. Terzi de dikip verdi. Sonra sen dükkandan çıkar çıkmaz terzi peşinden yürümeye başladı. Sen nereye gidiyorsun, girdiğin yerlerde pantolonundan bahsediyor musun? Terzi iyi mi diyorsun, mahvetti pantolonu mu diyorsun? Çocukları pantolonunu çekiştirip yırtıyor mu acaba? diye düşünürsen o zaman dükkan boş kalır. Bunu ben diktim ne olacak diye adamla birlikte ömür boyu gidersin. Adam pantolonu giyip dükkandan çıktıktan sonra adamı falan unutmak gerekiyor. Adam bir ay sonra gömlek için geldiğinde hatırlamamakta fayda var. Ama o adamla tesadüfen karşılaşırsın seni görünce der ki "Pantolonu dikememişsin bana başka yerde öyle dediler" o zaman bu bir tesadüftür. Etkilenebilirsin mesela o an. Ama herife pantolonu giydirip manyaklar gibi peşinde yürümeye, fotoğraf çekmeye başlarsan, yatak odasına kadar girip karısına benden, pantolondan bahsetti mi diye düşünmek; nereye astı, düğmesi koptu mu? diye düşünmek hastalık. O zaman dükkan boş kalır. Dükkandan çıkmamak lazım yani. Çünkü zaten dükkanda da yeterince eğlence var.

Senaryo yazma tekniğinde, bir takım oyunlar yaratırken söylemek istediğinden uzaklaşıyormuşsun gibi geliyor mu bazen? Ezber bozarken zorlanıyor musun diye de sorulabilir.
İnsanların ezber bozmak diye tarif ettikleri şey senin ezberinse problem yok. Sen onu ezber bozmak için, sabaha kadar bulmak için uğraşmıyorsan; onun devamlılığı ile ilgili değil onun çeşitliliği ile ilgili sıkılabilirsin. Bir şey anlatmıyorsa o zaman ezber bozmuyordur zaten. Onun kendisidir ezberi bozan.

Televizyonda yaptığın işlere bakınca aslında Okan Bayülgen'in olmak istediği adammışsın gibi geliyor bazen. Özellikle 'Defakto'daki tavrın. Tiyatro yapan bir insan için televizyonda çalışmak nasıldı?
Televizyonla ilgili şunu söylemek çok isabetli olmaz. Para için yaptım, lanet olsun, iş yaptığım herkes aynı okyanusta batsın. Böyle bir durum yok. Çok sıkıcı bir laf gibi duyulacak ama insan ne yapıyorsa en iyisini yapmak zorundadır. En iyi olan da kendi bildiğin gibi yapmaktır. Ben televizyonda da olsa başka yerde de olsa kafamın bastığı gibi yapmaya gayret ediyorum. Televizyon işi ertesi gün unutulması gereken bir şey bence. Unutulmuyorsa bir tuhaflık vardır. Televizyonu küçümsemek, yaptığım diğer işleri kafamda büyütmek gibi değil ama tiyatro yaparken daha çok zevk alıyorum. Yoksa sanat, televizyon, popüler kültür yüksek sanat ayrımı yok kafamda. Aldığım zevk anlamında söylüyorum. Ona bakarsan yemek yaparken hepsinden daha fazla zevk alıyorum.

Öyle mi peki, yemek yapmak daha mı zevkli cidden yoksa örnek olsun diye mi söyledin?
Yoo yoo gerçekten yemek yapmayı severim. Yazmak tabii benim için en başta.

Tiyotronun yanı sıra sinema da yapıyorsun. "İyi Seneler Londra"nın devam mı ne zaman çekeceksin?
Çekeceğim de şu anda bir sürü şeyi bir arada yaptığım için sanırım önümüzdeki seneye kalacak.

Tiyatro, sinema, oyunculuk. Asıl işin ne sence?
Asıl işim yazmak.

Peki hangi alanda kendini daha iyi anlattın yazarak? Sinema, tiyatro?
İşlerin içinde o kadar kendi kendime boğuluyorum ki. Ben zaten daha hemen şeyle başlıyorum. Kendimi anlatmaya niye çalışıyorum ki? Şimdi ne oldu kendini anlattın? Az mı anlattın? Çok mu anlattın? Anlattın da iyi mi oldu? Bak anlattın ne oldu? gibi. O yüzden o kadar kendimi anlattım, altına da imzamı atarım gibi bir duygum yok. Ben zaten her iş bittiğinde "Eyvah ne yaptım?" diyen bir adamım. Yaptığım her işe süt taşmış gibi davranıyorum. Öyle yapmamak gerekiyor belki ama.

Günümüzde senin takip ettiğin önemli oyun yazarları kimler var?
Yazarlar anlamında İngiltere daha zengin. Martin Crimp'ler, Raven Hill'ler hep İngiliz. DOT'un oynadığı oyunların yazarları. Yazarlar anlımanda İngilizlerin gelenekleri daha sağlam. Eskilerin yenileri de iyi. Royal Court'daki yeni oyunlarda da yeni ilgiliz oyun yazarlarına bakıldığında da çok taş gibi, kaya gibi insanlar var. Tuhaf şekilde onların en iyi prodüksiyonları Berlin'de. Sanki öyle gizli bir anlaşma var gibi. En iyi oyunları İngilizler yazıyor ve en iyi Almanlar sahneliyor gibi. Ya da bana öyle geliyor.


Portecho'nun 'Studio Plastico' videosunu çektin. Yarı beline kadar çarşaflı, altı minik etekli bir kadın kullanılmış videoda. En sevmediğim işin. Arkada da yetmezmiş gibi Türk bayrağını da görüyoruz ara ara. Neden yaptın ki öyle bir şey? Bu metaforları göze sokmanın bir anlamı var mıydı diye düşündüm hep izlerken? Video görüntü kalitesi açısından çok iyi ama hakını vermek gerek. O kadar klişe simgeler kullanılmasaymış çok çok daha iyi olacakmış.
Senin dediğin duygu var ya, hani diyorsun ya "Neden yaptın?" diye. Sen onu Portecho klibiyle ilgili yaşamışsın. Ben bunu her işimde yaşıyorum. Neden yapmışım diye. Senle bu klipte bir araya gelmişiz demek ki.

Diğer işlerinden farklı olarak ama orada siyasi bir içerik var. Seni anladığım kadarıyla sen de o klibi eleştirenler tarafında durabilecek birisin.
Ben klip çeken biri değilim zaten. Benim arkadaşlarım oldukları için çektim. Bana sorarsan ben yaptığım her şeyle ilgili aynı şeyi düşünüyorum. Yaptığım her şeyle ilgili ben bunu neden yaptım demem yapmaya devam etmeme engel değil. Biraz şizofrenik duyuluyor olabilir. Ama pişmanlık değil. Soru sormaya devam ediyorum demek istiyorum. Yeni sorular, yeni cevapları doğuruyor. İçinden yeni şeyler yaparak çıkıyorum. Böyle bir yol bu. Zaman zaman da birileri klibi oyununu sevmediklerini söylediklerinde anlıyorum. Orada da bir çeşitlilik var. Şarkının sözlerini dinle. O klip şarkının sözlerini dinleyince geldi aklıma. Bana bunu çağrıştırdı. Benim için daha karışık değildi. Sonuçlarına katlanmaksa bedeli. Kimse şarkının sözlerini dinlemedi. Çağrışımı yaptığı an kolaylıkla başka bir şeyi de çağrıştırabilirdi. Manifesto örgüt propogandası falan yok zaten orada. Bu iş tam bak ne? Seninle bu tartışmayı sürdürmem; pantolonun peşinden Balat'a gitmem demek olur.

Klip çeker misin başka ilerde?
Teklif gelirse değerlendirim. Tan ve Deniz benim çok yakın arkadaşlarım olduğu için çektim zaten.

Yakındaki ilk oyun ne zaman?
7 Aralık'ta Garajistanbul'da 'Bomba' diye bir oyunum var. Kısa oyun.

Kısa oyun diye bir şey var mı?
Gelince görürsün. Geç kalmayın 15 dakikada bitiyor oyun.

Çok teşekkürler röportaj için.
Hop!

Hiç yorum yok: